Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Aralık 2019

"Geçen gün ömürdendir"

 
"Yeniyiz zannedende yeniye hiç yer yok, insan eski bir tekrar, eski bir ezber."

 Şule Gürbüz, Öyle miymiş?, s.168

08 Kasım 2018

Robert Walser ve Aniki Defter Festivali


Elimdeki son defteri idareli kullanmaya, bittiğinde ise gazete kâğıtlarına Robert Walser gibi not almaya kendimi hazırlamıştım.

Robert Walser'in kurşunkalem ile yazdığı mikro yazıdan bir örnek.
En son defterin ön ve arka kapaklarına da yazmayı düşünüyordum - ki Walser üstadımız da bunu onaylardı. 

Bilindiği gibi İsviçreli yazar Robert Walser o kadar kederliydi ki 1 puntodan daha küçük (1 punto 0,376 mm'dir) harflerle bir A4 kağıdına roman yazmış biri olarak bilakis benimle gurur duyabilirdi. 

Lakin ben o kadar kederli değildim. 

Yalnız ve hüzünlü memleketimin bir defter ustasına güveniyordum.



Böyle dalmış düşünürken telefonun kırmızı ışığı beni rüyadan uyandırdı (masa telefonlarının sesi ofiste büyük bir gürültü çıkarıyor o yüzden sesini kapatmıştım) meğer gazetenin muhaberat servisinden arıyorlarmış. 

Kurye gelmiş. 

Beni bir paket bekliyormuş. 


Benim için hazine değerindeki defterlerimi alınca bir an durdum, ya ofise çıkıp çalışmaya devam edecektim ya da bir kutlama yapacaktım. 

Yirmi dört yıldır tozlu arşivlerde çalışıyorum, birazcık şımarıklık yapmaya hakkım var, diyerek kişisel bir festival düzenlemeye karar verip Caffè Nero'ya gittim. Her zamanki masaya kuruldum ve dünya güzeli defterleri(mi) seyrettim: Asitsiz, arşivlik kâğıttan enfes defterler. (Lüks düşkünü insanları anlamaya başladığımı hissettim bir an, dünya üzerinde bu defteri kullanan kaç kişi vardı ki sonuçta? Galiba İzmirli bir iş insanı ve benden başka artık kimse bu defterlerden kullanmıyor.)

Altı tane defter, altı dünyanın anahtarı gibi masada duruyordu. 

Sanki her bir defter kâğıttan kedi gibiydi, rahatlatıcı mırıltılarla bana sesleniyorlardı. 

Kitapsız, deftersiz ve kalemsiz bir yere gitmem, doğal olarak o sırada elimde milyon kere okuduğum Şule Gürbüz'ün Öyle miymiş? kitabı vardı, bir de tepesine deniz kabuğu iliştirilmiş Sheaffer kalemim. Onlar da festivalin baş konuğu oldular. (Gömlek cebinde fazlalık yapmasın diye masanın bir kenarına bıraktığım günlük defteri ofiste unutmuşum, yoksa o da fotoğrafta görünecekti.)

Kahveyi bitirdim, defterleri koklayıp sevdim sonra da şifa niyetine kitaptan birkaç sayfa okudum.

(Bu arada, 8 Kasım Dünya Deliler Günü imiş. Defter kalem mürekkep delilerini kapsıyor mu bilemem ama Şule Gürbüz, Öyle miymiş? kitabında "insana delirdiği yerden bakmalı" (s.165) diyor, haklı galiba.)

Sonra 6 tane defter için bu kadar sevinç yeter deyip etkinliği sonlandırdım. 

İşte dünyanın en kısa ve en güzel defter festivali böylece sona erdi.

28 Nisan 2016

Kâğıt Dersleri

Coşkuyla Ölmek, Aniki defterler, Pelikan 120

Daha önce de yazdım ama o zaman çok ayrıntı vermemiştim. Bundan 20-25 sene evvel İstanbul Üniversitesi'nde kâğıt üzerine enfes bir ders vardı. Kâğıdın kimyası anlatılırken ben masadaki kâğıt yığınından aldığım Japon kâğıtlarını ışığa tutar liflerine, su yollarına bakar, aradan sızan ışığı incelerdim.  

(Aynı dönemlerde yine bizim fakültede Prof. Dr. Bedia Demiriş'in verdiği yazının tarihinden söz eden Latin Paleografisi diye bir ders varmış, ne yazık ki haberim yoktu, yoksa ne yapar ne eder o derslere girmenin bir yolunu bulurdum.)

Kâğıt uzmanı hocamız kıymetli Saadet Gazi Hanım bize bir derste İkinci Mehmed'in kütüphanesinden çıkmış devasa bir kitap göstermişti. Bizzat Fatih'in okuduğu kitaplardan biriydi bu, o zamana kadar hep uzaktan baktığım, bir araştırmacı olmadığım için yanına bile yaklaşmama izin verilmeyen, doğal olarak özel izin gerektiren türden nadir bir eserdi. Süleymaniye'de olmasının nedeni başkaydı, kitap hastaydı ve tedavi görüyordu. 

Ders bitince avluda zakkum ağaçlarının gölgesinde otururduk. Başka bir dünyaydı burası. Her defasında orada, gözümü kapatır kapatmaz tuhaf rüyalar gördüm ve her defasında oradan elim boş, mahzun ayrıldım. 

Kambur kitabı yeni çıkmıştı. 

Güvendiğim tek şey ise bir gün ölecek olmamdı. 


08 Nisan 2016

"Ama senin her şeyi bilmemeye daha bir ömür vaktin var"*

Şule Gürbüz, Öyle miymiş?, s.62

"Ne taş sana dönüp bakıyor ne deniz ne gök ne mezar taşı ne şu çam ağacı. Herkes seni biliyor, herkes. Ama senin her şeyi bilmemeye daha bir ömür vaktin var. Hadi doya doya bileme. Ya da bilememeye doy, bu daha makul. Değil mi, biraz makul ol. Ağlayarak da olsa biraz makul ol."

Şule Gürbüz, Öyle miymiş?, s.72
Mürekkep tuhaf şey, kendisi bir şey bilmiyor da insanın içindeki gizli saklı çizgileri açığa vuruyor.

Artık yanımda yöremde kalemlerim olmadan kitap okuyamıyorum.

Bu sıralar Öyle miymiş?'i de coşkuyla, döne döne okuyorum, neredeyse her sayfanın kenarına bir çizgi, bir ok, bir kelime  bırakıyorum, öte yandan makul olmaya da çalışıyorum, olamıyorum.

Mürekkebin daha bir ömür vakti varmış.

10 Mart 2016

Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?*



"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

* Öyle miymiş?, Şule Gürbüz, İletişim Yay., 2016, s.43

Bence Şule Gürbüz, Hölderlin'in eserlerinde acı bir tat buluyor. Acı bir lezzet, tıpkı taş baskı yöntemiyle zeytinyağı elde edilmesi gibi. Asitli, yoğun, ağırlık taşıyan bir öz ama sağlıklı bir zeytinyağı elde edilirken zeytinler öğütülüyor, eziliyor, posası çıkarılıyor, yine eziliyor ve yağı alınıyor. Bazı eserler de böyle ortaya çıkar, Hölderlin gibi yazıyla kendini ifade eden biri doğal olarak mutsuzluktan, kederden dem vuracaktır.

Bu "acı tadı" anlamak için önce Hölderlin'in hayatına sonra yazdıklarının ruhuna bakmak gerekir.

Eylül 2020'de t24 sitesinde "Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası" başlıklı ve Kaan H. Ökten imzalı bir yazı yayınlandı. Sorusuyu aklımızda tutarak okuyabileceğimiz girişi ise şöyle:

"Babasını kaybettiğinde Hölderlin iki yaşındaydı. Baba ölünce aile başka bir eve taşınmak zorunda kaldı. Hölderlin beş yaşındayken kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi öldü. Bunun üzerine aile başka bir şehre göçtü. Burada annesi yeniden evlendi. Üvey babasını çok sevmişti Hölderlin. Aralarındaki ilişki çok sıcak ve sevgi doluydu. Ama üvey babası da dört yıl sonra öldü.

Hölderlin öz babasını kaybettiğinde iki, üvey babasını kaybettiğindeyse dokuz yaşındaydı. Bu kayıp Hölderlin’de, kendi ifadesiyle “kavranamaz acılara” neden olmuştu. Hölderlin yirmi dokuz yaşındayken, bu yas ve acı hissini annesine yazdığı 18 Haziran 1799 tarihli bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bana inanmayacaksınız ama çok iyi hatırlıyorum. İkinci babam öldüğünde, ki onun sevgisini asla unutamam, kavranamaz acılarla kendimi bir yetim olarak hissettiğimde ve sizin her günkü yas ve gözyaşlarınızı gördüğümde, işte o zaman ilk kez ruhumdaki bu ağırlığı [Ernst] hissettim. Yıllarca beni terk etmeyen, hatta yıllar içinde giderek artan bir ağırlıktı bu.” Hölderlin’in ruhundaki bu ağırlık hiç geçmeyecekti.

Ernst sözcüğü ciddiyet, berklik, neşeli olmama, ağırbaşlılık, hakikatlilik, mücadele, direnme, kalkışma gibi anlamlara sahip. Ağırlık demek yani. Hölderlin’in içinde yıllarca artarak devam eden bu ağırlık, yas ve acı, onun varoluşunun temel ruh hali oldu. Şairin şiiri, varlığını bu ruh halinden aldı. İşte bu, tam da bir “ontopoetika” meselesidir. Zira varoluş hisledir. Çok daha sonraları Heidegger buna Dasein diyecektir: İnsanın dünya içindeki açımlayıcı bir hal içinde bulunuşa sahip olan kaygılı ve ölümlü varoluşu."

Kayıpların yanında Hölderlin'in asıl sorunu onu papaz olması için zorlayan ve zengin olduğu halde ona destek olmayan, zor zamanlarda yanında bile istemeyen annesidir. Annesi katı tutumuyla Hölderlin'in hayatını bir cehenneme çevirmiştir. Keza kişisel ilişkilerindeki talihsizlikler de benzeri sonuçlara yol açmıştır.

Bütün bunların sonucunda delilik süreci ve 36 yıllık suskunluk dönemi gelir.

Şimdi soru çok daha anlamlı değil mi?

"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

 

09 Mart 2016

"Turnalar, arı kuşları, sabunotları"*



Bu sabah, çok sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün, "Öyle miymiş?" kitabını görme, şöyle bir karıştırma ve bir parça okuma şansına kavuştum.

İlk izlenimim şu: "Öyle miymiş?", Şule Gürbüz'ün diğer kitaplarıyla doğrudan ilgisi olmayan bir kitap. Ruh aynı ama derinlik ve kuşatıcılıkta bir başka noktada, ruh aynı ama daha kavrulmuş, daha uzaklara gitmiş, daha çok şey görmüş, daha çok şey duymuş.

"Coşkuyla Ölmek" önemli bir merhaleydi, "Öyle miymiş?" okurun elinden tutup yükselten, okuru yücelten, okuyanı her şeye bir kez daha dikkatlice bakma isteği duyuran bir kitap.
İlk bakışta şunu sezdim, bizim de kendimizi yazarın gördüklerine, bildiklerine ve sezdiklerine yaklaşmamız için sözünü ettiği konularda az da olsa bilgi sahibi olmamız gerek. Her cümle üzerinde düşünülmüş, her kelime kendi yerini bulmuş. Bizim de bu kitaba göre, eğer yazarı ve yazılanları ciddiye alacaksak kendimizi yeniden değerlendirmemiz gerek.

Şöyle düşünüyorum: Şule Gürbüz'ü ve yazdıklarını değerli bulanlar, kendilerini dünyanın acısını daha iyi görmeye, zamanı daha iyi anlamaya çalışanlar cuma günü kitabı aldıklarında manevi gücü sarsıcı bir metinle karşılaşacak ve daha çok kitap okumak, aynı cümleleri bu kitapların ışığında yeniden görmek isteyecek.

44 yaşındayım, iflah olmaz bir okur olduğumu, iyi kitapları okuduğumu düşünüyordum, dünyanın en güzel kitaplarını da bildiğimi, okuduğumu sanıyordum, sadece şöyle bir bakmak ile kendimi değişmiş buldum, edebiyata olan bakışımı da yeniden düşünmek istiyorum şimdi.

Bu yazının ilk kelimelerini yazmaya başladığımdan beri, kendi kendime "abartmaktan kaçın" diye telkinlerde bulunuyorum fakat içimden bir ses her şeyi abartabileceğimi, coşkuya kapılabileceğimi, edebiyatı gerçekten sevdiğim için mutlu olabileceğimi, dünyanın bütün acısını ve insanın sarsıntısını bana duyuran eşi benzeri olmayan bir kitapla karşılaştığımı söylüyor.

"Öyle miymiş?" 11 Mart Cuma günü piyasaya çıkacak. Bence o gün Şule Gürbüz okumayı sevenler kendilerini başka bir zamanda bulacak ve her şeye başka bir yerden bakacak.

Önemli bir yazarla aynı zaman diliminde yaşamamız büyük bir şans.

*Öyle miymiş?, İletişim yay., 2016, s.17

24 Şubat 2016

"Mehtabın ördüğü saatler nerde?"




YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, 
Bir parça uzaklaş kederlerinden. 
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden, 
Mehtabın ördüğü saatler nerde? 
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin, 
Yağmur ince ince toprağa sinsin, 
Bir başka âlemden gelmiş gibisin, 
Dalmış gözlerinle pencerelerde. 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar 
 
***

Fotoğraf ile şiir ilgisiz gibi.

Hayat böyle zaten, yazı yazarken insanın aklına bir yığın şey geliyor:

Mesela, "Okumak iptiladır, müptelalara selam."

Yahut Peter Bichsel'in yazdıkları:

“Kitabı kurtarmak için parmağımı bile oynatmam. Batacağı varsa batar. Benim kitaplarım var, evde. Onlar batmaz, orada duruyorlar işte. İnsanın neden kitap için bir şeyler yapması gerektiğini anlamıyorum. Kitaba ihtiyaç kalmazsa kitaba ihtiyaç kalmamış demektir. Kimi insanlar, kendilerini okur sayar. Sonra da, ‘Ben, bir doktorum’ derler, ‘Okumaya hiç zamanım yok’ Şimdiye dek bir alkoliğin, ‘Ben, doktorum, içmeye zamanım yok’ dediğini duymadım. Herhangi bir tiryakinin, ‘Aslında günde üç paket içerim ama şu sırada hiç zamanım yok’ dediğine de tanık olmadım. 

Bağımlılık nedir, ona dikkat çekmeye çalışıyorum. Okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı bağımlı yapar, ya da yapmaz. Ve bir bağımlılık, ihtiyacı olan her neyse, ona ulaşmanın yolunu her zaman bulur ve dediğim gibi, eğer bir gün ortada kitap kalmazsa, evimde kitaplarım var, onların hepsini bir daha okuyabilirim. Ve hepsini bir daha okuyuncaya dek epey yaşlanırım herhalde. Bana bir şey olmaz!”

Hayat böyle işte, birbiriyle ilgili ilgisiz bağlantılardan mürekkep. 
Ben daha tuhaf bağlantılar da buluyorum:

Mesela şiiri son dizeden başlayarak, ilk dizeye kadar okurken başka bir şiiri okur gibi türlü şeyler düşünüyorum. 

Son dizeyi okuyunca da ("Dalmış gözlerinle pencerelerde.") aklıma dolmakalemlerin mürekkep penceresi geliyor. 

Bir önceki dizede ise ("Bir başka âlemden gelmiş gibisin,") sanki kitaplardan söz ediliyormuş gibi düşüncelere dalıyorum. 

14 Kasım 2013

Yazının fotoğrafı



Yazmak, kâğıda gönlümüzden geldiği gibi yazabilmek kişisel bir devrimdir. Fikirler zihnimizde mürekkep gibi sıvı katmanlar halinde bulunur sanki. Bu yüzden olacak yazının katılığı, kağıt üzerindeki yerini yadırgıyorum bazen. Yazdığımız her vakit iyi olamıyoruz, kederle yazılan cümlelerimiz daha çoktur. Belki de yazdığımız her an kendimizden bir şeyler saklıyoruz veya kendimize yeni bir şey söylüyoruz. 

"BU CÜMLELERİ BEN Mİ YAZMIŞIM?"

Tuhaf, ekşi bir elma dilimi gibi ağzımızda bizi tuhaflaştıran şeyler yazdığımız olmuyor mu deftere? Hele yıllar önce yazdıysak, karşılaştığımız gün bir yabancı gibi bakmıyor muyuz söylediklerimize? Demek ki yazı büyüyen bir şey diyorum, bizimle birlikte kök salan bir ağaç, yazdıkça kalbimize daha çok yerleşen bir aşk. 

Kişi, tıpkı büyüyen, gelişen ve değişen harflerimiz gibi ruhen hep aynı yerde kalamaz. Yazı fotoğraf gibidir. Fotoğraflarda yıllar önceki halimize bakarken hiç düşünmez miyiz? Kalemin kapağını kapattığımızda, mürekkep kağıdın üzerinde usulca kurur ya, işte bu an, fotoğrafımızın çekildiği bir zaman dilimidir. Yüzümüz harflerimize bakarken, biz kendimize bakarız. Kimi görüyorum kağıda baktığımda? Kimi görüyorsun? Kimi görüyoruz? 

YAZININ FOTOĞRAFI BİZE DAHA YAKIN

Fotoğraftan çok daha yakındır bize yazımız. Tuhaf ama ne yazdığımızın bir yerde önemi yok. Yazının ruhu yazılanın aksini söyleyebilir. Deftere bakan suretimiz ışıldıyorsa veya hüzünle bakıyorsa kâğıtta oturan harflerimiz de öyledir; y'nin kuyruğu keyifle köşesine kurulmuşsa, a'nın şapkası isyankar duruyorsa, ö'nün yüzü yorgunsa, "m" hayal görüyormuş gibi kanat takıp uçuyorsa, yazdıklarımız içerikten bağımsızdır.